4 Ekim 2007 Perşembe

Bir Gozel'in Sevdası


Sağ üstümden gelen duble sesi sol altımda olan Usta ‘Bak hoca yine manke yaptı’ diye cevapladı. Bir yandan nasıl bu kadar emin olabilir diye düşünürken diğer yandan alayın üzerimden geçme ihtimaline karşın hazırlandım... Yüzümü tüfek sesinin geldiği döndüğü istikamete döndüm. Birkaç saniye geçmeden kınalılar karşımdan bana doğru süzülmeye başladı. Kaç yıldır avlanıyor olursanız olun avınızla karşı karşıya geldiğinde içinizi kaplayan heyecan vardır ya... İşte o heyecan kalbimi pıt pıt attırıken bir anda sırtı aşıp da karşıma çıktılar. Bile bile hata yaptım. İlk tetiği erken kestim, altında kaldım hedeflediğim kuşun. Sonra kendimi toplayıverdim ‘Aslanım sen bu avın kurdusun 14 yaşında ilk tetiğini kestin kekliğe...’ Üzerime doğru gelen alayın üzerimden aşıp geçmesine izin verdim. Bu sefer tam da sırtı aşarken arkasından kestim tetiği. Bozulmadı bile; aynen devam. Hayret... Orada sönüvermesi lazım oysa ki. Marco gözüme anlamlı anlamı baktı, içinden ağır konuşuyor kuşkusuz. Cevabımı gözlerimden okumuş olmalı ki tüm bu olan biten sırasında alayı izleyen Marco arkasını dönüp kekliklerin gittiği istikamette aramaya devam etti. ‘Hadi olum devam’ Bu köpeği seviyorum; av tutkusunu ve av bulma arzusunu değil sadece; karakterli bir hayvan olmasını da seviyorum. Devam ediyoruz....Geçen on yılın ardından yine bu dağlardayım. İlk aşkların, ilk aldanışların ilk hayal kırıklıklarının, hayata atılan ürkek adımların, ilk gençliğimin, ilk incinmişliğin, gelecek kaygılarının, ilk avların şehrinin dağlarındayım. Bunun bana verdiği o hüzünlü mutluluğu asla anlayamazsınız. Nasıl ağır bir duygu bilemezsiniz. Bir yanda çok çok eski dosta kavuşamının mutluluğu; bir yanda o dosttan uzak geçen zamanların ağırlığı. Hani ‘Yarabbi çok şükür kavuşturdun’ demenin saadeti ile onca yıl kavuşmanın ardından neler kaybettiğini anlamanın kalbimizi sıkıştıran burukluğu... Hayata attığımız o acemi adımların, o umutlu ilk gençliğin şehrinin dağlarındayım yine. Her neredense ağzıma o en sevdiğim türkünün nakaratı takılıyor ‘ipeklenmiş tüylerine...’Bu dağlardaki aşkımın avından dönüp ilk aşkımın kollarına koştuğum o umarsız günler aklıma geliyor. ‘Ağlarım ben kekliğime...’ Nereden yamandı bu türkü ağzıma bilmem ama kalbimin ezilmişliğini artırdığı kesin. Dokunsalar ağlayacak gibiyim.Ne çok şey yitip gitti o zamandan bu zamana... Bu dağlarda dolaştığım son zamandan bugüne sevgiye, gelecek güzel günlere olan inancımız; ruhumuzun o saf yanı; sevdiğimiz dostlarımız ve içimizdeki o arsız yaşama ümidi nasıl da kayıverip gitmiş ellerimizin arasından. ‘Keklik bizden uzaklaştı, hünkar kahlasını aştı belki yavrusuna kavuştu, ağlarım ben kekliğime...’ Bir Müzeyyen Senar bir Ahmet Akbulut’un sesinden kulaklarımda çınlıyor. Olur şey değil sanki kulağıma okuyorlar canlı canlı.İçimizdeki şarkı susuvermiş... Bir ölüyü toprağa verirmişcesine geçmişe teslim ettiğimizi düşündüğümüz onca hatıra ne kadar canlıymış meğer ki gelip içimizi böylesi dağlıyor. Kalbim ezilyor ve bu kez ben de daha bir ağır eziyorum o yamaları... Marco heyecanlanıyor, kuyruk sağlam bir ize bastığının göstergesi. Sağ sol yapıp izi toparlıyor. Onu ne kadar çok sevdiğim aklıma geliyor, bu lanet hayvanı... İçindeki avcı ruhuna nasıl da saygı duyduğum... Kuyruk aşağıya br kanca gibi kilitleniyor, Marco adeta bir put kesiliyor. Kafasını oynatmadan gözlerini kaydırarak gözlerimi yakalıyor ‘Hadi ama, vurmayacak mısın?’ Karşına süzülüveriyorum usulcacık. İşte o an; binlerce kere yaşasam da her defasında içimi titreten o an. Her bir adelesi gerilmiş bekliyor. Birazdan komutu vereceğim ve Marco’nun çullanmasıyla bir anda onu göreceğim. Oldum olası bu anı uzatıp tadını çıkarmasını sevmişimdir. Resmen elim ayağım titriyor her zamanki gibi. Kendimi ilk kadınına dokunan bir delikanlı gibi hissediyorum. İşte bu heyecan... Marco gözlerini bir noktaya dikmiş taş kesilmiş duruyor gözbebekleri bile hareket etmiyor artık. Avını hipnotize etmiş olmalı... Olur şey değil; heyecandan birazdan titreyen ayaklarımın üzerinde duramayacağımı devrilivereceğimi düşünüyorum.Bir anda bu kekik kokusu nerden de burnuma çalınıyor bilmem ve siz de bu kokunun beni hangi hayallere sürüklediğini bilemezsiniz. Ya kekik kokusunun keklik sesine nasıl güzel yakıştığını bilebilir misiniz? Tüfeğin emniyetini kontrol ediyorum. Winchester kağıt kovan keçe tapa 34 gram 7 numara fişek beni yıllardır hiç aldatmadı... Zamanı geldi.‘Hooo olum’ diyorum. Bu sesi duyduğundaki mutluluğunu görmelisiniz, büyük final... Marco zembereğinden boşalmış yay gibi fırlıyor. Keklik ağır aksak kalkmaya çalışıyorsa da Marco kıvrak bir hareketle yakalıyıveriyor havada. Belli ki demin ardından tetiği kestiğim keklik. Kafasını havaya kaldırıp göğsünü gere gere zafer kazanmış komutan edasıyla gururla etrafımda iki tur atıyor. Hani o altın madalyasını göğsüne takmış sporcular gibi kekliği göstere göstere hava atarak geziyor etrafımda. Israr etmeyeceğim bu anı yaşamak .hakkı. Kınalı, bizim buraların dilinde ‘Güzel’ keklik kafasını uzatıyor, ürkek. Birazdan Marco onu elllerime bırakacak ama bunu ona çok görmemeli varsın o şeref turunu atsın etrafımda. Nasıl da gururlu. Hakkı da var yani o olmasa yanında basıp gidiverirdim. Bu hayvan avlanmak için yaşıyor.. Havasını atıp egosunu tatmin ettikten sonra gelip ellime bırakıyor. Önce gerçek avcıyı seviyorum okşuyorum. Bu kekliğe kim ‘Güzel’ ismini takmışsa müthiş isabetli bir karar vermiş. Aklıma bu topraklarda yıllarca kardeşce yaşadığımız Ermenilerin de kınalı kekliğe ‘Gozel’ dediği geliyor. Bir kınalıyı daha güzel tanımlayacak bir sıfat olabilir mi? Güzel işte basbayağı güzel, kanadındaki hareler, gagasındaki kına o içli sesiyle cidden güzel. Telaşlı kalbi heyecanla avucumda atıyor elime alıyor seviyorum sonra kaldırıp öpüyorum yüzünü yüzüme sürüyorum bu dağların asi efendisini. Birazdan ruhunu teslim edecek; ürkek kara gözleri sönecek. Bana bakıyor. Sanki izin ver uçup gideyim, bu kekik kokulu dağları içli nağmelerimle inletmeye devam edeyim diyor.... İçimdeki türkü devam ediyor ‘Görenlerin bağrı yanar...’Ellerimde telaşlı kalbi son atışlarını yaparken en çok saygı duyduğum yoldaşımı hayranlılkla inceliyorum. Birazdan olacakları bilir gibi uysal. Kendini ölümün kollarına teslim etmeye hazır gibi görünüyor.Onun gözlerinin feri yavaş yavaş sönüyor, gözlerimden iki damla yaş süzülüyor ‘yanaktaki benlerine ağlarım ben kekliğime’ Neler olduğunu anlamaya çalışıyor, ara sıra son gücüyle hayata tutunmaya çalışıyorsa da uzun sürmüyor. Nereden geldiyse aklıma yine o türkü takılıyor ‘Kekik küsme barışalım yuvamıza kavuşalım senden ötmek benden gitmek yolumuzda ağlaşalım’ Kalbi avuçlarımın arasında son bir kere attıktan sonra duruyor tüylerine gagasına rengine son kez bakıyorum. İnatla dik tutmaya çalıştığı boyunu yana düşüveriyor. Bu dağların hırçın ve yanık sesli delikanlısı usta bir ressamın elinden çıkmışcasına kusursuz. Tekrar tekrar öpüyorum. İnsan bu kadar hayran olduğun bir hayvanı avlayabilir mi diyorum kendi kendime? Asıl insan hayran olmadığı bir hayvanı avlayabilir mi? Kara gözlerinin feri sönmüş ‘güzel’ kokluyorum son bir kez. Öpüyorum yüzünü yüzüme sürüyorum.. Acaba bize keklikten daha yakın bir hayvan olabilir mi? Türkülerimizde nasıl da çok keklik geçiyor. Binlerce yıldır sevgilerimizi umutlarımızı aşklarımızı hep kekliğe anlatmışız, hep kekliğe anlattırmışız. ‘İki keklik bir kayada ötüyor ötme de keklik derdim bana yetiyor...’ Orhan Hakalmaz’ın sesi yankılanıyor bu sefer. Bir sigara yakıyorum. Marco etrafımda dolanıyor, ava devam etmek istiyor ‘hadi ama yoruldun mu’ diyor gözleri ile. Bu köpekle aramızda garip bir iletişim var. Konuşmadan bu kadar iyi anlaşabilen başka 2 canlı var mıdır bilmem. Onunla bir ekip olmayı seviyorum. Onun bir av makinası değil kıskançlıkları, duyguları olan bir canlı olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. Av tutkusu bana ilham veriyor. Av köpeklerinin meralardaki üstün yetenekleri bana aslında bu dünyanın efendisi değil aciz bir misafiri olduğumuzu hatırlatıyor. Atların yerine otomobilleri, posta güvercinlerin yerine e-mailleri koyduk, sığırlar yerine traktörleri ve sonra da kendimizi en üstün canlı hissettik ama ya av köpekleri? Onların eşsiz yetenekleri size de acizliğimizi hissettirmiyor mu? Marco yanımda oturup dinleniyor gibi yapıyor mataradan elime su döküp yüzünü yıkıyorum elimle su veriyorum. ‘Hadi’ desem benden hızlı fırlayacak. Mızıkcılık yapmaya başlıyor zaten, ve o bana ‘hadi’ diyor. Bizim ikili de asıl avcı o. Ben sadece tetikçiyim. Buluyor vurduruyor getiriyor. Hiç heveslenme bu sigaraya bir tane daha ekleyeceğim. Etrafta keklik sesleri aksediyor. Şimdi bir tane eksikler. Sırtımdan çıkarıp tekrar seviyorum. Bir az önce küçük kalbi elimde atıyordu gözleri ürkek bana bakıyordu. Şimdi ise huzurlu uykusunda. İnsan bu kadar hayran olduğu bir hayvanı avlayabilir mi? İnsan hayran olmadığı bir hayvanı avlayabilir mi?Bozkır güneşi sırtıma ve içimi ısıtıyor. Önümde uzanan ve sonsuzluk hissi yaşatan bozkıra bakıyorum. Ne durgun denizle sevişen ayın yakamozları; ne de derin ve yeşil ormanların serin büyüsü; hiç biri ruhumu bozkır kadar okşamıyor. Bu sarı ve kuru boşluğu insan sevebilir mi? Hani sevse de güzel bulabilir mi? Bozkır her zamanki gibi başımı döndürüyor. Beni kollarında sarmalıyor. Bozkırda zaman kaybolmuş gibidir. Yaşam durmuş gibi yavaş akar zaman. Uzun gölgeler uğurlarken güneşi birden ağırlaşır içim bozkırda akşamüstleri. Korkunç bir yalnızlık kaplar içimi dayanılması ağır... Ama şu anda şimdi yani sırtımı ısıtan güneşin altında bozkırı izlerken mutluyum. Bozkır insana ölçülü bir ağırlık ve iç huzur verir. Bozkır yörelerinin oyunlarında bile ağır bir ahenk vardır. Çoşkulu değil ama etkileci bir ağırlık ve denge... Ağır başlı ama huzurlu, gururlu.. Ben de bu sozsuzluğu seyrederken mutluluktan çok daha değerli bir şeyin tadını çıkarıyorum: Huzur... En çok ihtiyaç duyduğumuz şey. Neden avlanıyoruz diye düşünüyorum. Bizler cani miyiz? Bugünlerde onca yılın ardından o saf ilk gençliğimin dağlarına içim ezile ezile gelerek kendime kanıtladığım cesaretim bu soruyu bana sorduruyor. Riskli bir soru ciddi bir hesaplaşma avdan kopmaya bile yol açabilir. Neden avlanıyoruz?Hani bizim vahşi dediğimiz ama her doğada oluşumunda bizden ne kadar medeni olduklarını düşündürten sözde ilkel insanlar var ya... Düşmanlarından saygı duyduklarının kalplerini yerlermiş onların cesareti ve savaş yetenekleri kendilerine geçsin diye. Acaba biz de hayran olduğumuz hayvanları bunun için mi avlıyoruz? Onların hayran olduğumuz yeteneklerine sahip olmak için mi? Kendimizi onlarla özdeşleştirdiğimiz için mi?İlginçtir, aslında hiç de ilginç değildir ki tüm avcı dostlarım avlamayı çok sevdiği av hayvanlarına büyük bir sevgiyle bağlıdır. Niçin avlanıyoruz? Bence bir de avladığımız hayvanların peşinden koşarken onlar gibi düşünmeye ve onları, göçlerini, üremelerini hislerini anlamaya başlıyoruz. Biz insanlar olarak bu dünyanın en üstün yaratıkları olmadığımızın farkına varıyoruz, hatta varlığımızla kendi kendi sonumuzu hazırladığımızın farkına.. Doğanın eşsiz güzelliklerini doyumsarken tüm bunları yok eden bizlerin ne kadar aptal olduğumuzu bu eşsiz düzeni bozma cüretini gösteren insanoğlunun tüm canlıların efendisi değil olsa olsa en sefili olduğumuzu fark ediyoruz. Acizliğimizden utanıyoruz. Bu kusursuz sistemi bu mucizeyi yaradana hayranlığımız ve saygımız daha da artıyor. Usulca diğer canlılara ötekine berikine zarar vermeden bu mucizevi düzeni bozmadan yaşamak yerine kendi çöplerimizin içinde birgün boğulacağımızı fark ediyoruz. Keklik nağmeleri kekik kokularıyla sırtımı hoş bir ılıklık veren bozkır güneşi insanı bir hayal alemine götürüyor. Kayalara dalıp gidiyorum, akan berrak dereye kapılıyorum geçtiğim başka boyuttan Marconun ağlarcasına verdiği ses ile geri geliyorum ‘Hadi ama’Onu okşuyorum seviyorum sonra az önce elimde ürkek kalbi çarpan ve bana o hüzünlü son bakışıyla bir şeyler anlatmaya çalışan ‘güzel’ aklıma geliyorİnsan hayran olduğu bir hayvanı avlayabilir mi? Asıl insan hayranı olmadığı bir hayvanı avlayabilir mi?


Tolga DÜLGER


www.Tu.tv

Güncel Haberler